banner29

Dün İstanbul'da soğuk ama güneşli bir hava vardı. Ben de soluğu tiyatro da aldım. Geç Kalanlar Oyunu'nu izledim. Oyunun konusunu az çok biliyordum. Bilinçli bir seçim yaparak bu oyuna gittim.

Oyunun Konusu

Oyun, gecenin ortasında genç bir adamın evine yabancı bir kadının gelmesiyle başlıyor. Oyun dört kişilik olup kişilerin adları yok. Birdenbire evinde tanımadığı bir kadını gören genç adam, şaşkın ve öfkelidir. Orta yaşlı ve gün görmüş olduğu anlaşılan misafire, “gecenin bu saatinde niçin bir hırsız gibi evine girdiğini” sorar. O da “eskiden o evde kuzenlerinin oturduğunu, onların verdikleri anahtarla eve girdiğini” anlatır. Böylece aralarında inişli çıkışlı diyaloglar başlar. Oyun ilerledikçe adamın evli olduğunu, karısının ise onu terk ettiğini anlarız.

Birinci bölümde, erkeğin gözünden evlilik kurumu ve kadın-erkek ilişkilerine bakılır. Bu arada ilginçtir, yabancı misafir, genç adamın yaşamına ilişkin her ayrıntıyı bilmektedir. İkinci bölümde ise, genç adamın karısı eve gelir. Bu kez kadının gözünden olaylar irdelenir. Flört ettiklerinde her şey güzelken, neden aynı eve girince birbirlerini yemeye başlamışlardır? Sorun nedir?

Yazar, Olgusal Bilinç Bataklığına Saplanıyor...

Yazar, (Pervin Ünalp) evlilik kurumu ve kadın-erkek ilişkilerini masaya yatırıyor. Ancak bunu yaparken onları toplumdan izole edilmiş gibi anlatıyor. Bence Ünalp, olguları açıklarken yaşama parçalı bakıyor. O olguları bütünlüklü ele almadığı için olgusal bilincin bataklığına saplanıp kalıyor.

Öncelikle Ünalp'a haksızlık etmemek adına şunu söylemeliyim. Yazar, yarattığı kadın-erkek karakterlerle tipik olanı yakalamış gözüküyor. Belki de bu yüzden çoğu yerde kadın ve erkek karakterle kendimizi özdeşleştiriyoruz. Kadın evlendikten sonra mutluluğunu kocasına bağlıyor. Hatta onun rahat etmesi için “hizmetçi” gibi her gereksinmesini karşılar. Ancak yine de kocasına yaranamaz. Kocası bir işkoliktir. Bir evi, arabası olması için sürekli çalışır. Arada bir de arkadaşlarıyla buluşur, maça gider, kendine başka yaşam alanları yaratmak ister. Ancak kadın kocası olmadan bir şey yapamaz, onun dizinin dibinden ayrılmasını istemez. Çünkü kadın, yalnızca kocasıyla var olmaktadır.

Yazar, tüm bunları izleyenlere gösterirken onların nasıl bu duruma geldiğini aktarmıyor. Bizim davranışlarımızı belirleyen nedir? Örneğin, erkek egemen kültür, cinsel rollerin öğrenilmesinde kadına ya da erkeğe kimi şeyleri dayatmıyor mu?

Evlilik Denen Şey...

Eğer bugün çoğu genç kızın en büyük düşü, beyaz gelinlik giyip evlenmekse beklentiler de onun üzerine kurulmaktadır. Kadın, kocasını “sahibi” gibi görür. Evlendiklerinde onunla uyuyup onunla uyanmalı, hep romantik dakikalar yaşanmalı, birbirlerinin gözlerinin içine bakmalı, erkek kadının ruhunu sürekli okşamalıdır. Evlilik mutluluğun anahtarıdır! Ama o da ne? Adam, bir süre sonra kadına değer vermemeye başlar. Kadının tüm düşleri suya düşer. Beklentileri karşılanmadığı için iyice huysuzlaşır.

Erkeğe gelince. O da aynı eve girince kendini kapana kısılmış gibi duyumsamaktadır. Karısı hiçbir yaşam alanı bırakmamıştır ona. Bir de: “salona çoraplarını niye attın, sifonu niye çekmedin, gece niye üçten sonra geldin” gibi sorularla çoğu kez hesap sorar. Zaten çalışmaktan imanı gevremektedir. Bir de karısının bu tür dırdırları onu canından bezdirir. Üstelik hiç para hesabı bilmez. Örneğin, aklı fikri evlilik yıldönümü gibi özel günlerin kutlanmasındadır. Paran var mı diye sormaz. Ancak erkek zengin olmak için büyük bir çaba harcamaktadır.

Yazar, evlilik kurumundaki beklentileri ve çatışmaları izleyenlere gösteriyor. Ancak onların davranışlarını gözümüzün içine sokarken, “niçin” sorusunu sormuyor.

Bunun yanı sıra, adam dışarıda gördüğü güzel kadınlara alıcı gözle bakmayı kendine hak görür. Ama karısı başını kaldırsa, “kime baktın, niye baktın” diye hesap sorar. Dışarda “güzel” bir kadının ağzının içine düştüğünde, “bunu niye yapıyorum” diye kendisiyle hesaplaşmaz. Üstelik karısını kıskançlıkla suçlar. Başka bir kadınla birlikte olmasının sorumluluğunu eşine yükler. Çünkü karısı ona hiçbir yaşam alanı bırakmadığından başka kadınların kollarında teselliyi aramıştır!

Ünalp, karakterlerin davranışlarını sorgularken, kapitalizm ve erkek egemen sistem üzerinde hiç durmuyor. Dünyayı parçalı ve öznel gösteriyor. Oysa o adamı o duruma getiren bu düzendir. Kapitalizmde ihtiyaçlar sınırsızdır. O ihtiyaçları karşılamak için çok para kazanıp tüketmek zorundasınızdır. Ayrıca, erkek egemen düzende çapkınlık erkeğin elinin kiridir. Hatta bununla övünür bile. Erkek dışarda özgürce yaşamanın olanaklarını bulur. Evlense bile o rollerden ödün vermez.

Bu düzende evlilik kurumu çoğunlukla kişilere dayatılıyor ya da çoğu kişi, “niçin evlendiğini” bilmeden evleniyor. Kendini bilmeyen başkasını bilemez. Sonuç olarak, birbirini anlamayan, anlama derdi olmayan kişiler, sırf kimi zorunluluklar yüzünden o evliliği yürütmek zorunda kalıyor.

Bence Türkiye'de evlilik kurumu çökmüştür. Bu kurum kişileri bağlı değil, bağımlı yapıyor, ikiyüzlü bir yaşam sürdürülüyor. Eğer bizler bu dayatmaları ve insanı güden sistemin getirdiği yabancılaşmayı göremezsek, geleceği kuramayız. Sonra da evlilik kurumu her iki cins için boğuntu olur. Bir süre sonra birbirlerine ne saygı duyar ne de içtenlikle düşüncelerini paylaşırlar. Birbirlerini yapmadıklarıyla suçlayıp konuşamaz duruma gelirler.

Yazar, bu oyunda evlilikte kadın ve erkek davranışlarına odaklanıyor. Ancak o davranışları yaratan nedenleri görmezden geliyor. Böylece olgusal bilinci kıramıyor. Kimi bilindik slogan laflarla ya faturayı kişilere kesiyor ya da genellemelerle işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Örneğin, “her kadın annesinin kaderini yaşar” dedirttiriyor bir karaktere. Kız çocukları, elbette annelerini rol model alırlar. Ancak kimi kez tam tersi de olabilir.

Tiyatro İyileştirir...

Oyun çok büyük sürprizlerle bitiyor. Sona doğru yaklaşırken, kadınla erkeğin arasındaki iletişim koptuğu sahne, müthiş bir gökgürültüsü sesi ve efektiyle birleşiyor. Bu da insanın tüylerini diken diken ediyor.

Pervin Ünalp'ın yazdığı Nihat Alpteki'nin yönettiği oyunda oyuncular harikalar yaratıyor. Onları alkışlarken göz yaşlarımı tutamıyorum.

Tiyatrodan çıkıp her zamanki gibi Vefa Bozacısı'na doğru yürüyorum. Çifte kavrulmuş leblebilerin sıcaklığı avuçlarımı ısıtırken, yarım ay biçimindeki kapıdan içeri giriyorum. Bir bardak boza alıp bir tabureye ilişiyorum. Geç Kalanlar Oyunu'nun broşürüne bakıyorum... Bir başlık dikkatimi çekiyor...

“ Affetmek iyileştirir, tiyatro iyileştirir” diyor...

Eğer bir kişi kendisiyle konuşmuyor, kendisiyle yüzleşmeyi bilmiyorsa istediğiniz kadar o kişiyi affedin diye mırıldanıyorum... İnsan, kendi hatalarını düzeltmesi için iç dünyasına nesnel bakmıyorsa, bu konuda bir istenci yoksa, kimi şeyleri meşrulaştırıp suçu hep karşısındaki insana atıyorsa, ne bir özrün ne de affetmenin hiçbir anlamı yok....

Değişim önce aynalarla cesaretli yüzleşmekle başlar...

Sıra sıra dizilmiş boza şişelerinin altındaki kahverengi çerçeveli aynaya yansıyan yüzüme bakıyorum...

Ben ne kadar benim? Kimi şeylere ne kadar da çok geç kaldım değil mi? İçimde kocaman bir hüzün...

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.