Jean Paul Sartre, Albert Camus’un romanı “Düşüş” ile ilgili şu yorumu yapmıştır: “Belki de Camus’nun en güzel ve en az anlaşılan romanı”. Yüz sayfalık “Düşüş” romanını okuyunca, Jean-Baphiste Clemence karekteriyle tanışırız. Clemence, roman boyunca, kim olduğu belli olmayan birine sürekli kendi yaşamından söz etmektedir. Aslında Camus, bu anlatı tekniğiyle; karekterinin kendi iç hesaplaşmasını ve kendisiyle yüzleşmesini okura yansıtmıştır.
MODERN TOPLUMUN ELEŞTİRİSİ
Roman; Clemence’in, Amsterdam’ın Mexico-City barında, belirsiz dinleyicisine yaptığı konuşmasıyla başlar. Konuşmasının bir yerinde Paris’ten yıllar önce ayrıldığından söz eder. Dinleyicisinden, son sayımda Paris nüfusunun dört milyon değil beş milyon olduğunu öğrenir. “Desenize, yavrulamışlar. Şaşmam buna. Bana hep öyle gelmiştir ki, hemşerilerimizin iki tutkusu var: Fikirler ve Zina.” der(s.11) Camus’nun modern Avrupa insanına, aydınlarına dönük ilk vurucu eleştirisini burada görürüz.
Clemence, Hollanda insanını, daha az modern gördüğü için onların daha ahlaklı olduğunu söyler. “Aile içinde yavaş yavaş öldürenlerden değillerdir onlar” der. Toplumun bir tür yok etme için örgütlenmiş olduğundan söz eder. Toplumu; en ufak bir hatasında, bireyin üzerine saldıran binlerce küçük balığa benzetir. Sonunda geriye tertemiz bir iskelet kalır. Mexico City barının sahibi kendisine “doktor” diye seslendiğinde, şöyle der: “Bu ülkede herkes doktor ya da profesördür”. Bu konuşma anında, Clemence’in mesleğinin avukatlık olduğunu ama şu anda cezaevi yargıçlığı!! yaptığını öğreniriz. Clemence, varlıklı olduğunu öğrendiği dinleyicisine “yoksullarla paylaştınız mı bunu?” diye sorar. “Hayır” yanıtını alınca “Öyleyse siz de benim saduki dediğim kişilerdensiniz” der.
Günümüz insanları artık gizli oynamaktadırlar. Köle tüccarlarının eskiden daha açık olduklarını belirtir. “Evim barkım var, kaçak köle ticareti yapıyorum, kara et satıyorum”. Oysa bugünün insanları köleliğe karşıdırlar. Kendi evlerinde, fabrikalarda köleliğe yer vermeyi gereksinim görürler ama bununla övünmek ayıptır. Egemen olmaktan, hizmet görmekten daha doğal ne olabilir. Toplumsal merdivenin en altında bulunan bir kimsenin bile bir eşi, çocuğu vardır. Bekarsa, bir köpeği vardır. Tüm bunların felsefesi de iyi yapılır. İletişim yerine bildiri geçmiştir “Doğru olan budur” der çıkarlar. Köleler edinmekten kendini alıkoyamayan kimsenin onlara “özgür insan” demesi yerinde olur. “Özgür insanları” umutsuzluğa düşürmemek gerekir. Aksi durumda hizmetlerini gülümsemeden yaparlar. Buysa, günlerin zehirlenmesi demektir. İnsan yediği piliçten bile tat alamaz. “Özgür insanlar” gülümsedikçe, kimsenin vicdanı rahatsız olmaz.
Clemence, “Yahudi mahallesi” adıyla anılan bir mahallede oturmaktadır. Bu mahalle, şimdi Hitlerce, meydan haline getirilmiştir. “Yetmiş beş bin Yahudi, sürülüyor ya da öldürülüyor. Ne temizlik.” der. Camus’nun karekteri Clemence’i; tarihin en büyük suçlarının yaşandığı bir yerde oturtması rastlantı değildir. Yahudi Mahallesi; bir cezaevi yargıcı olan Clemence’in, tüm insanlığı, devletleri yargılaması için iyi bir oturma yeridir. (1940 yılının Mayıs ayında, Hollanda, Alman Nazilerince işgal edilir. Hollanda teslim olmak zorunda kalır. Naziler, 80 bini Amsterdam’da yaşayan Yahudi Mahallesini, çitlerle çevirerek yalıtırlar. 2. Paylaşım Savaşı’ndan önce Hollanda’da yaşayan Yahudi sayısı 140 binken, savaş sonunda kalan sayı 30 bindir)
Nazilere ilişkin anlattığı iki olay da şöyledir: Bir Alman subayı, yaşlı bir kadından; kurşuna dizmek için, iki oğlundan birini seçmesini nazikçe istemiştir. Yaşlı kadın, hem bir seçim yapmaya zorlanmıştır hem de seçtiği oğlunun götürüldüğünü görmüştür. Barışçı, sevgi dolu bir köylü de evinin eşiğine “Nereden gelirseniz gelin, hoş geldiniz, buyurun içeri” yazmıştır. Nazi askerleri girerler bu eve, adamın bağırsaklarını deşerler.
Clemence, Jan Van Eyk’in “Dürüst Yargıçlar Tablosu”nu bir biçimde elde edip, dolabına saklamıştır. Bu tablo 1934’te, Gent’teki(Belçika), Saint-Bavon Katedrali’nden çalınmıştır. Clemens’in, bu tablonun aslını dolabına saklamasının nedeni; insanların, kurumların yargısına güvenmemesidir. Hiç kimsenin masum olduğuna inanmamaktadır. Gerek felsefede, gerek politikada; insanların masum olduğunu reddeder. Hiristiyanlığın, insanların masumiyetini sağlayamayacağını düşünür. Hepimiz, suçlu olacağımız zaman demokrasi olacaktır. İnsanın, başkalarını yargılamadan önce kendisini yargılaması gerektiğini savunur.
DORUKLARA SEVDALANMAKTAN KÖPRÜYE DOĞRU
Clemence’in iki yaşamı vardır: Paris ve Amsterdam. Paris’teyken soylu davalara bakan, bir sanığın kurban kokusunu hemen alan iyi bir avukattır. Adaletin her gece kendisiyle yattığını sanmaktadır. Başkalarının ceza almasını sağlarken, parmaklıkların haklı tarafındadır. Ceza görmeden yaşar. Soylu davranır, vicdanı rahattır, meslek hayatında kusursuzdur. Rüşvet almaz, yoksulların davalarına parasız bakar. Körlerin sokakta karşıdan karşıya geçmesine yardım eder. Adliye önünde, savunmasını bedava yaptığı bir sanığın karısının, onurlandırıcı sözlerini duyar. Bu türden davranışlara alçakgönüllülükle karşılık verir. Clemence, cömertlik ve nezaketleriyle, yüksek noktalarda doyumdadır. Otobüsü metroya tercih eder. Vadilerden kaçıp, yaylalara çıkar. Mağaralar, mahzenler, çukurlar tüylerini ürpertir. Hep yüksekleri sever. İnsanlara borçlu kalmaz, insanları borçlu bırakır. Bu tutumu, minnete zorladığı sanığının üstüne çıkarmaktadır kendisini. İyi yürekli suçlularının bazıları da, adam öldürürken üste çıkarıyorlardı kendilerini. İnsanın var olmaması, adının karanlıkta kalması dayanılır değildir. İnsan, kapıcısını öldürerek ün kazanabilir. Ne var ki bu ün geçicidir. Kısa zaferlerin bedeli ağır ödenmektedir. Clemence’e düşen, sanıklarının ödedikleri bedelleri en aza indirgemekti. Cennet buydu, insanın kendisini masum görebilmesiydi. Kimileyin kendisini, insanüstü duyumsamaktadır. Hazların en tepesinde yaşarken doygunluk bilmeden, yeni hazlar arar.
Buraya kadar Clemence’in anlattıklarından, var olabilmek için doruklara “iyi insan” rolüyle çıktığını görürüz. Clemence, gerçekte iyi insan mıdır peki? İşte yüzleşme burada başlar. Yüzleşmesi birden bire olmaz. Değişik zamanlarda, değişik olaylarla tetiklenir. Oynadığı rol bir gün trafikte ters teper. Trafikte, motorsiklet kullanan ufak tefek bir adamla tartışır ve sonunda kulağına bir darbe yer. Kaslı, uzun boylu Clemence için bu çok utanç verici olur. O güne kadar her şeyde egemen olmuştur. Bu egemenlik sarsılınca, kendisine verdiği rolüyle yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Gerçekte, yaşamın yüzeyinde ilerlerken, hiçbir zaman yaşamın içinde olamamaktadır: Tam okunmamış o kitaplar, tam sevilmemiş o dostlar, tam gezilmemiş o kentler, tam sarılmamış o kadınlar, şehvet düşkünlüğü... “On dakikalık bir macera için bile anamı babamı inkar ederdim” (s.45) Dostlarının karılarına göz koymayacak kadar da ahlaklıdır. Ten düşkünlüğünde, aslında oyun düşkünlüğünü doyurmaktadır. Kadınlara söylediklerine inanıp, rolünü yaşamaktadır. Kadınlar da bu oyuna coşkuyla katılmaktadırlar.
Clemence, bir gün Art Köprüsü’nde ırmağa bakarken, kendini çok güçlü duyumsadığı bir anda, sigarasını yakarken arkasında bir kahkaka duyar. Bu gülmenin nerden geldiğini bir türlü bulamaz. Bu gülüş, kendisinden gelmektedir aslında. İnsanın kendisinden kaçamayacağı gerçeği, bu “gülüş” nesnesiyle verilmiştir. Herkesi kandırsa da, Clemence oyun oynadığını alttan alta sezmektedir. Bu sezgisi bilince çıktıkça, bu gülüşünü sıklıkla duymaya başlar. Kendi savunmalarına gülmektedir. Yüzleşme, bu noktada kaçınılmazdır: “Kısacası, mutlu yaşayabilmem için, seçtiğim varlıkların hiç yaşamamaları gerekliydi. Onların yaşamlarını benim keyfime bağlı kılmak gerekliydi.” (s.51) Clemence, ilk kez bir utanç duygusu yaşar. Kendisi egemenken bir bedel ödememiştir, insanları hizmetine koşturmuştur. Yüzleşme başlayınca, itiraflarda ardından gelir.
Bir gece, saat 01.00’de, Royal Köprüsü’nden evine dönmektedir. Köprüde, ırmağa bakar gibi, korkuluğun üzerine eğilmiş bir karaltı görür. Bu, bir kadındır. Birkaç metre uzaklaştığında, suya düşen bir cismin gürültüsünü duyar. Arkasına dönüp bakmadan yerinde kalakalır. Irmağın akışına doğru giden bir çığlık işitir. Kadını kurtarmak için hiçbir çaba sarfetmez, kimseye haber vermez. Küçük adımlarıyla uzaklaşır. Doruklarda yaşamayı seven Clemence, vicdanından hiç silinmeyecek olan bu olayla düşüşe geçiyor. İnsanlığın çöküşünün trajik noktasıdır burası. Buna benzer örnekler gerçek yaşamın içinde yaşanmıyor mu?
1994 yılında, Kevin Carter isimli Amerikalı bir fotoğrafçı, Afrika’daki açlığı simgeleyen bir fotoğraf çeker. Afrikalı küçük bir kızın az ilerisindeki bir akbaba, çocuğun ölmesini iştahla beklemektedir. Kevin Carter, bu fotoğrafı çekip oradan ayrılır. Fotoğrafı, “Pulitzer Ödülü” kazandıracaktır. Bu ödül, fotoğrafıyla ilgili tartışmalara yol açar. Bir süre sonra akbabayı kovalamadığı, çocuğu kurtaramadığı için vicdan azabı çekmeye başlayan Kevin Carter, Somali’ye geri döner ve çocuğun akıbetini araştırır. Çocuğu bulamaz. Vicdan azabı kendisini depresyona sürükler. 27 Temmuz 1994’te, kamyonetin içinde egzos basarak intihar eder.
DOSTLUK ELEŞTİRİSİ
Hangimiz, yaşantımızın kimi zamanlarında yardım, yakınlık, dostluk gereksinimi duymamışızdır. Clemence için dostluk sadedir, uzun sürelidir, elde edilmesi zordur. Clemence’in, Mexico-City barında, belirsiz kişiye içini dökmesi, yalnızlığını ortaya koymaktadır. “Hele hele hiç sanmayın ki, dostlarınız her akşam size telefon edip dostluk gereği o akşam intihara mı karar verdiniz ya da düpedüz arkadaşa mı gereksinmeniz var…diye soracaklardır” der.(s.27) Olurda telefon ederlerse, intihara daha çok iteceklerdir. Çünkü samimiyetle acılarımızı anlamayacaklardır. “Dostlarımızın bizi çok yüceltmesinden tanrı korusun bizi, aziz bayım” der. Dostlarımız, çoğu zaman örtülü yargıçlarımız olmuşlardır. Bir adamın dostunun hapse atıldığından söz eder Clemence. Adam, dostu hapiste, rahat yatakta yatamıyor diye, evinde yerde yatarmış. “Kim yatar yerde bizim için?...Evet, hepimiz yatabileceğimiz bir gün bu da kurtuluş olacak” der. (s.28)
Kendisiyle yüzleşmeye başladığında, zihin açıklığını öven dostlarının artık olmadığını söyler. Dost sandıkları, artık birer yardakçıdırlar. Dostları olmadığını, onları cezalandırmak amacıyla aklına gelen intihar düşüncesinden anlamıştır. Ama intiharıyla bile dostlarını cezalandıramayacağını anlar. Öldükten sonra, bayağı nedenleri duyar gibidir. Kendisinden önce başkalarından tiksinir. Yargılamak için herkes hazırdır: “Aziz dostum, ne kadar küçük olurlarsa olsun, onlara bizi yargılamaları için fırsat vermeyelim”(s.56) düşüncesindedir. “Onların Tanrısı, ne çatıda, ne mahzende artık. Onlar, O’nu kalplerinin zindanında bir mahkeme üzerine tünetmişlerdir ve O’nun adına yargılamaktadırlar” (S.81) İnsanların, yargısının Tanrı’nın yargısından bile acımasız olduğunu belirtir.
Clemence, insanların yargılayıcı düşman yönlerini görünce insanlardan uzaklaşmak gerektiğini düşünür: “Ah! Dostum, büyük kentlerde avare dolaşan yalnız kişi nedir, bilir misiniz?”(s.83)
HEM TUTUKLU HEM YARGIÇ
Clemens, avukatlıktan sonra mesleğinin “cezaevi yargıçlığı” olduğunu söyler. Bu kavramın iki yönü vardır. Kendi iç hesaplaşmalarının sonucu olan itiraflardan sonra, vicdan mahkemesinin verdiği kararla tutuklanır. Cezaevi, su kanallarıyla ünlü Amsterdam şehridir. Bu kanallar şehri, Royal Köprüsü’nden kendini aşağıya atan kadını unutmaması içindir. Bir keresinde, bir gemi yolculuğuna çıkmıştır. Güvertedeyken birden denizde bir kara nokta görür. Bu kez yardım için bağırıp çağıracakken, bu kara noktanın, gemilerin arkalarında bıraktıkları döküntüler olduğunu anlar. Sonuç olarak kadın ölmüştür, bu yüzden kendini hiç affetmeyecektir. Cezaevi, vicdan azabıdır. İnsanlık değerlerine karşı işlediği suçtan ötürü Clemence, vicdan azabıyla teslim olmuştur.
Bir yandan da, kendisini yargılayanların haksızlıklarını fark etmiştir. Kendisini tutuklamasının ardından, adaleti sağlamak adına yargıç olur. Yahudi Mahallesi’nde oturması, yargıçlığı nedeniyledir. İnsanların öldürüldüğü, sömürüldüğü, birbirini Tanrı yargısından beter yargıladığı bir dünyada; kimse masum değildir. Son yargıya da inanmaz. Son yargıyı beklemek gereksizdir. Clemens için yargı da ceza da bu dünyadadır.
Düşüş, Can Yayınları, 30. Basım, Şubat 2017, İstanbul