YSK referandum tarihini açıkladı. Yurt içinde 55.3 milyon seçmen, 16 nisan 2017 tarihinde “evet ya da hayır” oyu kullanarak iradesini ortaya koyacak. Yurt dışındaysa 2.9 milyon seçmen, yurt dışı temsilciliklerinde 27 Mart-9 Nisan, gümrük kapılarındaysa 27 Mart-16 Nisan tarihlerinde oylarını kullanabilecekler. Birleşik oy pusulasında, beyaz renk üzerinde 'evet', kahverengi renk üzerinde 'hayır' yazacak. Seçmen listeleri muhtarlıklara, 18 şubat 2017 tarihinde asılıp 26 şubat 2017 tarihinde indirilecek. 16 Nisan 2017 yurt içi seçimlerinde, sandık kurullarına üye verebilecek 10 siyasi parti şunlar olacak: Adalet ve Kalkınma Partisi, Anavatan Partisi, Bağımsız Türkiye Partisi, Büyük Birlik Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Halkların Demokratik Partisi, Hür Dava Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Saadet Partisi ve Vatan Partisi.
Halk neye oy vereceğini biliyor mu peki? Ben yeterince bildiğini düşünmüyorum. Ortada kafa karışıklığı yaratacak bir kaos var. Medya kirlilik içinde. Beyaz TV'de, "Hayatta Her Şey Var" isimli programa, canlı yayın konuğu olarak katılan ilahiyatçı Vehbi Güler, başkanlık referandumunda "hayır" oyu verecekleri şeytana benzeterek fetva verdi: "Cenabı hakka kafa tutan bir şeytan vardı o da 'hayır' dedi”. Bu allı pullu fetvaların sonunda ‘amin’ diyen insanlar oldu. İlgiyle haber saatini izlediğim İrfan Değirmenci, sosyal medyada ‘hayır’ oyu kullanacağını açıkladığı için Kanal D işletmesince işten atıldı.
Başbakan Binali Yıldırım, “Anayasa’nın ilk dört maddesi değiştirilmeyecek, bu dört maddenin değiştirilmesini teklif bile etmedik, edenlerle de işimiz olmaz” dedi. “Büyük Türkiye Olacağız” diye açıklamalar yapılıyor. “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi´nin, Türkiye´yi koalisyonlara mahkum bir ülke olmaktan çıkaracağı için, “Evet” diyeceğim” diyor Beyaz Tv sunucusu, gazeteci Latif Şimşek.
Eski Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek televizyonda milletvekillerine seslenerek: “Yapmayın, çocuklarınıza bile anlatamazsınız bunu, torunlarınız yakanıza yapışır. Nasıl Türkiye'yi dönüştürecek, nasıl Türkiye'yi karmaşaya sokacak ve nasıl Türkiye'nin başına yeni belalar getirecek böyle bir sisteme "EVET" diyeceksiniz? Türkiye'nin bölünmemesi için bunu yapmayın” demiştir. Çağrısını cumhurbaşkanına da çevirip: “Sayın Cumhurbaşkanı, bu Türkiye'ye ama önce size karşı kurulmuş bir tuzaktır, şimdi geri dönemezsiniz biliyorum ama Meclis'te önleyin bunu, karışmayın ve bırakın Meclis bu işi reddetsin ve siz de kurtulun” diyerek kendi uyarılarını, kaygılarını aylar öncesinden dile getirmiştir. Başkanlık Sistemi’nin bir tuzak olduğunu gazeteci-yazar Levent Gültekin’de söylemiştir.
Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, Birgün gazetesinden Meltem Yılmaz’a şunları söylemiştir: "Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin ünlü 16’ncı maddesini anımsatırım. Bu maddede 'Erkler ayrılığının bulunmadığı toplum(lar)da anayasa yoktur' denmiştir. Demek, erkler ayrılığının kaçınılmazlığını vurgulayan bu küresel ilkeye göre, anayasa taslağı yasalaşırsa artık ülkemizde ortada bir anayasa kalmayacak; Türkiye anayasaya dayanan bir 'anayasal devlet' olmaktan çıkacak; sadece anayasa adını taşıyan aldatmaca metne sahip yazılı 'anayasası olan bir anayasalı devlet' olup çıkacaktır”
Yeni Anayasa tartışmalarıyla ilgili yapılan açıklamaların, tartışmaların tümünden bir kitap çıkar. Birkaç farklı açıklama bile insanın kafasını karıştırıyor. Bu kafa karışıklığından sıyrılmak gerekiyor her şeyden önce. Bunun için de herkesin öncelikle Anayasa’nın değiştirilemez maddelerinin neler olduğunu okuması gerekli. Sonra da değiştirilemez maddelerinin değiştirilmesi halinde neler olabileceği üzerinde kafa yorması gerekli.
Türkiye tarihinde pek çok askeri darbe ve askeri darbe girişimi var. 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası, askeri darbeler sonucunda halkın referandum oyuna sunulmuştur. Her iki Anayasa’nın genel esaslarla ilgili birinci maddesi devletin yönetim şeklinin ‘cumhuriyet’ olduğunu belirtir. Her iki Anayasa’nın ikinci maddesinde; ‘sosyal bir hukuk devleti olmaya, laikliğe, demokrasiye, insan haklarına saygıya, Atatürk milliyetçiliğine’ vurgu vardır. Üçüncü maddeler de her iki Anayasa da aynıdır: ‘Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Başkenti, Ankara’dır. Dili, Türkçedir. Bayrağı; beyaz ay yıldızlı bayraktır. Milli Marşı, İstiklal Marşı’dır.’
1961 Anayasası’nın dördüncü maddesi ile 1982 Anayasası’nın altıncı maddesi aynıdır: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.” Burası çok önemli görünüyor. Bence birkaç kez üst üste okumak gerekiyor. Buradan anlıyorum ki, ‘ülkemdeki en yetkili karar makamı yurttaşlık makamıdır’. Ben yurttaş olarak TBMM’yim. Ben bir TBMM olarak yetkilerimi neden bir başkasına devredeceğim? Bir apartman yöneticisi bile kafasına estiği gibi kararlar alamaz. Kafasına göre aidat toplayamaz. Canı istediğinde birini apartmandan kovamaz. İstediğine dava açamaz. Apartman Yönetmeliği’ne göre bile çoğunluk kararı esastır. Aklı olan hiç kimse apartman yöneticisine bile ‘al tüm yetkiler senin, nasıl yönetirsen yönet’ demez. Ben bir yurttaşım; milletvekilinden de, bakanlardan da, cumhurbaşkanından da üstteyim. Pratikte uygulanır ya da uygulanmaz. Yurttaş kendi haklarını ve değerini bilmelidir önce. Askeri darbeler sonrası ortaya konulan 1961 ile 1982 Anayasaları bile ‘tüm yetkilerin tek kişiye verilmesini’ yasaklamış. Elbette bu ülkede var olan Anayasalar eksiktir, elbette düzeltilmesi ve değiştirilmesi gereken noktalar vardır. Bugün sorun kazanılmış hakların kaybedilmesi sorunudur. TBMM, kazanılmış bir haktır. Kazanılmış haklar için geçmişte mücadeleler verilmiştir. Kazanılmış hakların değerini yeterince bilmemek, rehavet içine dalmak, halktan kopmak sonucunda; allem edilip kallem edilip 16 Nisan referandumu önümüze getirilmiştir. Allem edilip kallem edilip sonuçlandırılmak isteniyor.
1982 Anayasası’nın dördüncü maddesi şöyle: “ Anayasanın 1. maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3.maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez”. Aşağı yukarı ana düşünce olarak her iki Anayasa’nın, Genel Esaslara ilişkin yasaları birbirinin aynıdır. Her ikisi de yasama yetkisinin TBMM’de olduğunu, yürütme görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunca yerine getirildiğini, yargı yetkisinin bağımsız mahkemelerce kullanılacağı üzerinde durarak erkler ayrılığını korur. 16 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin ünlü 16. maddesinde “… erkler ayrılığının bulunmadığı toplum(lar)da anayasa yoktur” denmiştir. Tüm yetkilerin bir kişiye devredilmesi demek; yasama, yürütme, yargının tek kişide toplanması demektir. Ülkesini seven hiç kimse, hiçbir zaman bu kadar yetkiyi kabul etmemelidir. Chp İstanbul Milletvekili İlhan Kesici’nin dediği gibi “bu kadar yetki evliyayı bile azdırır”.
Ülkemiz tarihinde altı referandum olmuştur. 1961 Anayasası’na halk %60.4 evet, %39.6 hayır derken, 1982 Anayası’na % 91.37 evet, %8.63 hayır demiştir. 1987’de siyasi yasakların kaldırılmasına halk %50.2 ile evet, %49.8 ile hayır yanıtı vermiştir. 1988 yılında yerel seçimlerin bir yıl erkene alınmasına halk %65 ile hayır derken %35 ile evet demiştir. Ülke tarihinin ilk “hayır” çıkan referandumudur. 2007 yılında cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve Anayasa’nın bazı maddelerinin değiştirilmesine ilişkin referandumda halk %68.95 evet, %31.05 hayır demiştir. 2010 Anayasası’nın bazı maddelerinin değiştirilmesine yönelik referandum %57.90 evet, %42.10 hayır oyu ile sonuçlanmıştır. Tüm referandumlarda halkın hiçte bilinçli olarak oy kullandığını düşünmüyorum. Hele de 2007 ile 2010 referandumları tamamen Anayasa maddeleriyle ilgili. Halkın bu referandumlarda verdikleri sonuçlara bakınca o anda iktidarda olan partinin estirdiği rüzgara göre oy kullandığı görülüyor. Bugün yapılan anketlerden, röportajlardan gördüğümüz kadarıyla halk 16 Nisan’da yapılacak referandumda da neye evet diyeceğini ya da neye hayır diyeceğini bilmiyor.
Referandum, halkın iradesini meclise yansıtmaktır. “Başkanlık Sistemi’ne geçilsin mi? geçilmesin mi? ”diye meclis kararı halka bırakıyor. İki seçenek var. Beyazı seçersen ‘evet’ dersin, kahveyi seçersen ‘hayır’ dersin. Benim anlamadığım halkın iradesine bırakılan bir referandumda “ ‘hayır’ dersen şeytan, hain, terörist olursun” gibi karalamalar yapılmasıdır. Meclis halka bırakmadı mı kararı? Neden böylesi yaftalamalar yapılmaktadır? Halkın bilincine bu algı operasyonları neden yapılmaktadır?
Ülkem için kaygılanırken, Türkiye halkının hiçte bilinçlice referanduma gitmeyeceğini farkettim. Bir sürü soruyla baş başa buldum kendimi. Nerede bu hukukçular dedim? Nerede bu akademisyenler? Dememe kalmadan akademisyenler üniversitelerden kovuldu. Üstüne üstlük yerlerde sürüklenip tartaklandılar. İçim acıdı. ‘Büyük Türkiye olacağız’ diyorlar. Üniversitelerden bilim kapı dışarı edilirken nasıl Büyük Türkiye olunur? Kendi gibi düşünmeyene, eleştiri getirene yaşama hakkı vermezken nasıl gelişeceğiz? Siyasi fikrine katılalım ya da katılmayalım, Mhp’den ihraç edilen Meral Akşener’in Çanakkale’de yapacağı toplantının engellenmesini hoş göremeyiz. Son anda Kolin Otel yönetiminin Megaron salonunun kullanılmasına izin vermeyerek, üstüne üstlük elektriklerini keserek toplantıyı engellemesi yukarıdan gelen bir direktif doğrultusunda olduğu açıktır. Siyasi fikrine katılalım ya da katılmayalım 6 milyon yurttaştan oy almış olan Hdp’nin başkanlarının, milletvekillerinin hapse atılmalarını hoş göremeyiz. Onların hapse tıkılması 6 milyon yurttaşın iradesinin yok sayılmasıdır. Birbirimizi susturarak, baskı kurarak Büyük Türkiye olamayız. Bu ülke ancak bilimle, felsefeyle, sanatla, laiklikle, demokrasiyle, hukukun üstünlüğü ilkesiyle, düşünce ve ifade özgürlüğüyle ilerleyebilir. Bu ülke hurafecilerin eline bırakılamaz. Bu ülke, kendi gibi düşünmeyene ‘şeytan, terörist, hain’ yaftalamaları yapanların ellerine bırakılamayacak kadar değerlidir. ‘Bu ülke en büyük yetki makamı olan yurttaşlarındır’. Bu ülke, tek adamlara, ‘evliya olsa bozulur’ boyutundaki erklerin birliğini, teslim etmeyecek kadar değerlidir.
Ülkem için kaygılıyım. Ülkemin tüm yurttaşlarının sokaklara güvenle çıkmasını istiyorum. Geleceklerinden güven duymasını istiyorum. Paranın ve saltanatın değil yurttaşın mutluluğunun iktidar olmasını özlüyorum. Kimileyin Türk Kürt, Alevi Sünni, kadın erkek demeden birbirine sarılan insanlar geliyor gözlerimin önüne. Gözlerimden mutluluk yaşları akıyor. Paramparça ettiler bizi. 1980 öncesinde sağ sol diye bölüp önümüze 1982 Anayasası’nı getirdiler. Sağ sol çatışmasından bıkan usanan halk 1982 darbesine alkış tuttu. 1980 sonrası ılımlı İslam(güdümlü İslam) üzerinden politika yürüttüler. ‘Laik olanlar, laik olmayanlar’ diye böldüler. Bölündükçe tüm kazanılmış haklarımızı yitirmeye başladık.
Nerede bu hukukçular? Nerede bu akademisyenler? Zihnimde bugünlerde şakıyan bir soru. Sonunda Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ile hukuk profesörü Süheyl Batum’u halkın içinde gördüm. Kapalı bir salonda toplantı yapıyorlardı. İçimdeki ses yine konuştu: “Hayır, kapalı salonlarda değil, halkın arasına gitmelisiniz, onlara anlatmalısınız, referandumda ‘neye evet ya da hayır’ diyeceklerini bilmiyor halk …”Bir de ne göreyim. Salondakiler benim anam babam gibi insanlar. Başı bağlı anam, Ecevit şapkalı babam gibi insanlar. Halk insanları toplanmışlar. Seveni vardır, sevmeyeni vardır Metin Feyzioğlu’nun ya da Süheyl Batum’un. İkisi de hukukçu. Korktum halkın anlayacağı şekilde konuşmazlar diye. Dinledim. Metin Feyzioğlu da Süheyl Batum’da tam da halkın anlayacağı dile çevirdiler neye ‘evet’ neye ‘hayır’ denileceğini. Sonra başka toplantılarını izledim. Köylere, kasabalara gittiler. Halkın sofrasına oturup yemek yediler bağdaş kurup. Elleri omuzlarına değdi yurttaşın. Metin Feyzioğlu, Ecevit şapkasını geçirdi kafasına. Oyunlaştırır gibi anlattı tek kişiye tüm yetkilerin verilmesinin sakıncalarını.
Bilginin halka indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Akademi dilinin halktan kopuk, yabancı bir dil olduğunu düşünüyorum. Bu halk cahil değil cahil bırakıldı. Bunda herkesin kusuru var. Entelektüellerin, aydınların, okumuşların, okumamışların…Herkes bu halkın cahil kalmasından ötürü kusurlu. Metin Feyzioğlu ile Süheyl Batum’un çok basit bir dille anlattılar. Eline bardağı aldı Metin Feyzioğlu: ‘Bu bardak mı şişe mi? Bu bardağı saklıyorlar, içeriğini anlatmıyorlar, bardağa bardak demeyin, şişe deyin diyorlar size. Biz size bardağı gösteriyoruz. Siz karar verin elimdekinin ne olduğuna. Meclis sıfırlanmak isteniyor, bu referandum bir parti seçimi değildir. Ülkenin tapusunun tek kişiye verilmesidir …’ biçiminde çok anlaşılır bir dil kullandılar. Çok dikkatimi çeken nokta yurttaşların can kulağıyla Onları dinlemeleri oldu. Toplantı sonlarında anlatılmak istenilenleri anladıklarını yüzlerindeki gülümsemelerden, alkışlardan anladım. Biz bu halkı ne çok ihmal ettik diye düşündüm. Halk, anlayacağı dilden konuşursan anlıyor.
Başkanlık Sistemi bir tuzak mı? Ben sürekli olarak Suriye, Irak gibi param parça olmamız için kapitalist devletlerin tuzaklar kurduğunu görebiliyorum. TBMM varken neden birden bire Başkanlık Sistemi bu ülkenin gündemine sokuldu? Başkanlık Sistemi’ni savunanlar, birilerine ‘hangi hataları yüzünden taviz vermek zorunda kaldılar’ gibi sorular kafamın içinden geçiyor.
Sorunun çözümü bu tuzağı farketmemizden geçiyor. Tuzağa fareler yakalanır. Karanlıkta kapanı göremezsiniz. Kapana yakalanmamak için aydınlanmak gerekiyor. Aydınlık bir zihinle tüm kapanlar boşa çıkarılır.
Önümüzdeki süreç çok önemli. Herkes bu süreçte bir görev üstlenmeli. Particiliği, fraksiyonculuğu, boykotçuluğu, rehaveti, birbirimizle didişmeyi, kürtçülüğü, türkçülüğü, mezhepçiliği bu dönemde bırakmalıyız. Ülkenin en bilinçli insanları ve kurumları enerjilerini en taktik, en yararlı biçimde kullanmalı. Parti simgelerini öne çıkarmaya değil yalnızca kazanılmış haklarımızı kaybetmemeye odaklanmalıyız. Referandum sonrası isteyen istediği partiyi desteklesin. Sandık Kurullarında mutlaka görev almalıyız. Seçmen listelerinde adlarımızı kontrol etmeliyiz. Komşularımızla, sokaktaki insanlarla bu konuda sohbetler etmeliyiz. Bölgesel aktif çalışmalara katılmalıyız.
Bu ülkenin en yüksek makamında olan yurttaşlar olarak, bu ülkeye sahip çıktığımızı 16 Nisan’da göstermeliyiz.
17 Nisan güneşli bir gün olacak.
İçtenlikle yazılmış aydınlık bir yazı. Tebrik ederim. Cesaretimizi kaybetmeyeceğiz. Gerçekler elbette açığa çıkar ancak gecikmeye tahammülü olmayan günlerdeyiz.